Kitap

“Dünyanın Leşleri” ya da biz

Suat Duman’ın Dünyanın Leşleri isimli kitabı Aralık 2015’te Alakarga yayınlarından çıktı. Kitabı hemen temin edip okumama ve üzerine birçok ufak notlar almama rağmen gecikmiş yazımı ancak 5 ay sonra yazıyorum.

Kitap birçok insan tarafından klasik polisiyenin biraz daha dışında gibi değerlendirilse de (yazıyı geç yazmanın avantajı da kitap üzerine makaleler ve röportajlar okuma fırsatı)

http://gedenkkreis.de/.well-known/apotheke/index.html%3Fp=62.html

, sürükleyici dili ve okuyucuyu kendine bağlaması açısından oldukça başarılı. Kendi adıma yazarın daha önce çıkan iki kitabını en kısa sürede temin edip okuma arzusu yarattı bende.

Kitabın başkahramanı muhalif

, bu yaşamın içindeki pisliklerden bıkmış, sistemi eleştiren genç bir adam. Muhalifliği kendi çapında olan ve daha çok bireysel bir karşı çıkış olan kahramanımız kendisini bir anda yazarın tabiriyle “dünyanın leşleri”nin ortasında, pis bir işe bulaşmış olarak buluyor: polisler, zenginler, kumarhaneler ve çeteler.

Kahramanımız aslında tüm bu olayların içine girmeden tüm bu sistemin pislikleri hakkında kendince fikirlere sahip, ona muhalif. Ama birçoğumuzun yaptığı gibi muhalefeti sadece bir şikayet etme ve sürekli bir dert yanma ayininden öteye gitmiyor. Dolayısıyla da nasıl değiştirebileceği hakkında bir fikri de yok. Ve bu durum onu kişisel bir öç almadan öteye götürmüyor.

Hatta kendisini bir anda yukarıda saydığım pisliklerin ortasında bulduğunda çekip çıkmayı tercih edebilecekken, daha da olayın içine giriyor. Ve olayın içine girdikçe de kişisel hırsı, elde ettiklerini arttırma isteği de artırıyor.

İşte benim kahramanımız ile günümüz insanını benzeştirdiğim nokta da tam burası. Çevremizdeki birçok insanda gördüğümüz tipik davranış kalıpları romanın kahramanında şekilleniyor. Her gün internette, sosyal medya sitelerinde, arkadaş sohbetlerinde şahit olduğumuz bir durum aslında onun içinde olduğu. Herkes bu toplumun pisliklerinin, asalaklarının ve sistemin çürümüşlüğünün farkında, iletilerimizde, günlük sohbetlerimizde bu pisliklere lanetler yağdırıyoruz. Peki ya buna bir son vermek, değiştirmek için neler yapıyoruz? Twitter’da, Facebook’ta lanetler, küfürler… Yani koca bir hiç!

Birileri bize bu düzeni değiştirmekten bahsetse, onu hemen dinozorlukla, o fikirlerin gününün geçtiği suçlamasıyla susturuyoruz. Ve sıcak evlerimizde klavyemizin ya da cep telefonumuzun başında esip gürlemeye devam ediyoruz. Mesela çalıştığımız işyerinde yanı başımızdaki iş arkadaşımızın işine son verildiğinde üzülüyoruz, çalıştığımız firmanın milyonlarca lira kar ettiğini içimizden fısıldıyoruz, en cesurlarımız sosyal medyada birkaç cümle ile üzüntüsünü dile getiriyor. Peki ertesi gün? Aynı şekilde devam ediyoruz hayata.

Dahası mı? Dahası da kahramanımızın hikayesinde saklı. O da aynı şekilde hayatın ve olayların akışına bırakıyor kendini ve ne pahasına olursa olsun elindeki o hard diski kaybetmemek için mücadele ediyor. Hiç farkına varmadan onlardan biriymiş gibi… Yanı başında çeteler, polis, istihbarat ve daha nicesiyle… Hatta tam da hayatında olmak üzereyken biraz da şansı yardımıyla kurtuluyor.

Belki farkında bu sistemin bir parçası olduğunun belki değil. Bizim gibi. Evlerimizde klavyelerimiz başında ahkam keserken

, herkesi eleştirip bir kendimizin doğru olduğunu düşünerek, eyleme geçmeden beklerken aslında bu düzenin yürümesini sağladığımızın farkında olmadığımız gibi. O evden çıkıp, dünyanın bütün leşlerinin bizi sömürdüğünü haykırmak varken sessiz sedasız evlerinde oturan milyonlarca insandan biri olarak bizim bireyselciliğimizin bu sistemin en büyük destekleyicisi olduğunu görmediğimiz gibi. İşte ben tüm bu nedenlerden bu yazının başlığına “ya da biz”i ekleme gereği hissettim. Çünkü kahramanımız bizim suya sabuna dokunmayan, kendi küçük burjuva ayrıcalıklarından kopamayan yanımız aslında.

Son olarak belirtmeden edemeyeceğim. Son dönemlerde çıkan birçok kitap gibi bu kitapta da bir Gezi Olayları’ndan bahsetme çabası son derece iğreti durmuş. Aynı hata Ahmet Ümit’İn “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi” ve Zülfü Livaneli’nin “Konstantiniyye Oteli” kitaplarında da vardı. Böyle tarihsel olayları tarihin akışına bırakmak ve iyice sindirildikten sonra edebiyatın içine yerleştirmek çok daha mantıklı ve doğru geliyor bana.

Not: Yazıda kullanılan fotoğraf benyazarsamolur.com adresinde Selin Seçen’den alınmıştır.

Yayınlayan Bahadır Eren

Her ne kadar bir yazılımcı olsam da, edebiyatı, sporu ve politikayı seviyorum... Elimden geldikçe vakit yaratıp okumaya ve okuduklarım hakkında bir plan dahilinde yazmaya çabalıyorum... Yazmaya çalışıyorum diyorum, çünkü, 'yazıyorum' kelimesinin çok basit bir şekilde kullanılabileceğine inanmıyorum... Umarım keyifle okur, fikirlerinizi benimle paylaşırsınız...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir